Güneşin Altındaki Karanlık: Midsommar Filmine Dani’nin Yeniden Doğuşu Üzerinden Psikanalitik Bakış

midsommar film analizi

Ari Aster’in yazıp yönettiği Midsommar filmi, izleyiciyi İsveç’in güneşin hiç batmadığı, beyaz kıyafetlerin arınmışlığıyla parlayan ve göz kamaştırıcı derecede aldatıcı bir aydınlığa sahip pagan komününe taşır. Ancak bu ışıl ışıl aydınlığın içinde, varlığı sürekli hissedilen ama henüz ortaya çıkmamış bir gölge gizlenir; tıpkı bilinçdışının bilincin alanına geçmeyi beklemesi gibi, her an yüzeye vurabilecek bir karanlığın izleri sezdirilir. Film, karlarla kaplı ürpertici bir dağın eteklerinde, sözlerini anlamadığımız bir İskandinav halk müziği eşliğinde açılır. Bu arkaik ve tedirgin edici manzara, izleyicide ilkel bir huzursuzluk uyandırır. Ancak sahne, ani bir kesintiyle Amerika’daki modern dünyanın yapay ev sıcaklığına geçer. Doğadan kopmuş ve izole edilmiş bu ortam, ilk bakışta korunaklı görünse de, yüzlerdeki donuk ifadeler, doğanın öldürücü gerçekliğinden uzaklaşmış insanın kendi iç dünyasıyla olan kopukluğunu gözler önüne serer. İç mekanların korunaklı duvarları, doğanın sertliğine karşı güven vaat etse de, bu yüzeysel huzurun altında modernitenin tekinsizliğine dair güçlü bir eleştiri yatar.

Bu geçişler, izleyiciyi film boyunca karşılaşacağımız iki uçlu bir dünyanın kucağına bırakır: varlık ve yokluk, yaşam ve ölüm, eros ve thanatos gibi temalar, korku dolu bir ilişki içinde yan yana var olur. Ancak bu karşıtlıklar yalnızca bir seçim yapmaya zorlayan dikotomiler olarak değil, birbiriyle iç içe geçmiş bir gerilim alanı olarak karşımıza çıkar. Filmin her anında hissedilen bu derin ambivalans, doğanın sunduğu çarpıcı görüntülerden karakterlerin en basit seçimlerine kadar her yerde izleyiciyi sarar. Korkunun ve çaresizliğin bu belirsiz karışımı, izleyicinin zihninde bir yer edinirken, karakterlerle kurulan empati, giderek artan bir yabancılaşma hissine dönüşür. Tıpkı insanın kendi bilinçdışına yaklaştıkça, kendine daha da yabancılaşması gibi.

Bu his, filmin atmosferinin temel taşıdır. Ari Aster, düşük bütçeli bir filmde bu kadar çok katmanlı bir atmosfer yaratma sürecine dair verdiği bir röportajda bu durumu şöyle açıklar:

“Bu, yaklaşıp tam olarak oraya ulaşamama hissi, beni ertesi gün yeniden gelip o hissi değiştirmeye çalışmaya iten şey. Muhtemelen hiçbir zaman gerçekten oraya ulaşamayacağım ama benim için mesele bu. Kafamın içindekini kovalamak ve yaklaşmak.”

Aster’in bu sözleri, filmin hislerin kolektif varlığını temsil eden, ancak asla tam anlamıyla kavranamayan bir paralel dünya sunduğunu anlamama yardımcı oldu. Film boyunca, hissettiğim bu tanımsızlık duygusu, yaklaşıp ulaşamamanın yarattığı o tedirginlik, izleyiciyi duygusal bir çıkmaza sürüklüyor. Karakterlere ve mekânlara ne kadar yaklaşırsak, her şeyin özüne o kadar uzaklaştığımızı hissettiriyor. Bu da filmin, yalnızca bir hikâye anlatmaktan çok, izleyiciyi bilinçdışı bir keşfe çıkarmayı amaçladığını düşündürüyor.

Filmi incelerken hissettiğim duygu tam da bu: her sahnede daha fazlasını görmeye ve anlamaya çalışırken, aslında hiçbir şeye tam olarak ulaşamama hissi. Film, bu belirsizlik içinde, hislere dokunmayı, izleyiciyi rasyonel bir çerçeveden çıkarıp bilinçdışının kaotik ve tanımlanamaz alanlarına taşımayı başarıyor. Tüm bunlar, Midsommar’ın katmanlı yapısını anlamlandırmanın, anlamın ötesine geçerek hislerin dünyasında kaybolmakla mümkün olduğunu düşündürüyor.

Film, arkaik, donmuş doğadan modernitenin beşiğine; cevapsız bir telefonun sesiyle korku ve kaygıyı hissettiğimiz ana geçer. Ardından, sesin geldiği evde hareketsiz yatan iki yaşlı insan, araba egzozuna bağlı sarı bir hortum ve yatak odasında dikkat çeken çiçek desenli duvar kağıdıyla karşılaşırız. Bu belirsiz sahne, izleyiciyi sarsar ve filmin protagonist’i Dani’nin bipolar kız kardeşinin hem ailesini hem de kendini öldürdüğünü öğrenmemizi sağlar. Bu acımasız gerçekle yüzleşmek, yalnızca Dani için değil, izleyici için de ağır bir yük taşır.

Kardeşinin bipolar olması, Dani’nin yaşadığı öfkeyi dışa vurabileceği bir hedef bulmasını engeller ve onu içe dönerek bu öfkeyi bastırmaya zorlar; neredeyse mazoşist bir şekilde bu acıyı içine gömer. Ancak Aster, izleyicinin bu içsel yükü tek başına taşımasını istemez ve bir kurban arayışına çıkar—odak, Dani’ye destek olamayan erkek arkadaşına kayar.

Her şeyini kaybetmiş, yapayalnız bir yetim… Tıpkı masallardaki Sindirella gibi, Dani de dipsiz bir yalnızlığın içine düşüyor. Peki, onu bu karanlıktan çekip çıkaracak bir kurtarıcı mı gelecek? Yoksa kader, onu prenslerden bağımsız, kökleri derin ve kuralları sert yeni bir aileye mi taşıyacak? Dani’nin önünde, yalnızlık ile ait olma arasındaki ince çizgide yürüdüğü zorlu bir yolculuk var. Bu yolculukta onu neler bekliyor? Yeni bağlar için hangi bedeller ödenecek?

Bu yeni bağlar, Dani’yi hangi toplumsal normların içine çekmeye çalışacak? Acıların içinde kendine has bir yalnızlıkta kalmaya mı direnecek, yoksa kaybolma pahasına bile olsa, bu yeni normların kalıbından ve acıların bağlarından dikilmiş elbisenin içinde bir “persona”ya mı dönüşecek?

Film, protagonistimiz Dani’nin dışlanmış kederinden ve mazoşist iç dünyasının derin acısından, filmin son karesindeki o sadistik gülüşe nasıl evrildiğini bir ayrılık hikayesi üzerinden anlatıyor. Masallardaki prenseslerin aksine, Dani prense kavuşmak yerine yalnızlığı ve kaybı aşarak kendini başka bir evrende yeniden doğuruyor. Ari Aster’in dediği gibi, “O, yalnızca delilerin bildiği bir neşeye teslim oldu. Kendini tamamen kaybetti ve sonunda özgürleşti. Bu korkunç ama güzel bir şey.”

Ancak bu “korkunç ama güzel” şeyin anlamını belki Aster da tam olarak bilmiyor. Filmi yorumlayan bir izleyici olarak ben de… Belki hepimiz bu hikâye aracılığıyla kendi bilinmezliğimize sürükleniyoruz. Bu belirsizlik, cevaplardan çok sorulara yaklaşmayı, onları yorumlamayı ve belki de sadece dokunmaya çağırıyor bizi.

Modern Dünyanın İnsanlarına, Freud’un Deyimiyle “Protez Tanrılar” Merceğiyle Bakalım.

Dani, Amerika’da psikoloji yüksek lisansı yapmaktadır; sevgilisi Christian ve arkadaşları ise kültürel antropoloji doktorası yapmaktadır. Bu karakterlerin akademik dünyayla olan bağı, insan doğasını anlamaya ve kontrol altına almaya yönelik bir Apollonik hırsı temsil eder. Her şeyi rasyonaliteyle aydınlatma ve düzenleme çabası. Bu Apollonik dünyada yas, hüzün, olumsuzluk veya vazgeçişe yer yoktur. Freud’un deyimiyle, insanı “protez tanrılar”a dönüştüren, yalnızca mantık ve bilimle örülmüş bir evren yaratılır. Christian ve arkadaşlarının akademik hırsları, modern insanın kırılganlıklarından kaçınma ve içsel boşluğunu bastırma çabası olarak görülebilir. Dani’nin hikâyesinin Amerika’da, akademik ve bilimsel rasyonalitenin hâkim olduğu bu logosantrik ortamda başlaması da tesadüf değildir.

Ari Aster, Amerika’yı ve bu akademik çevreyi, modernitenin acı ve kayıptan uzak, korunaklı protez evreninin bir sembolü olarak kullanır. Dani, bu patriyarkal dünyada kayıplarını rasyonalize etmek ve hüzün ile yas gibi olumsuz duygulardan kaçmak zorunda kalır. Ancak bu çaba, Dani’nin özündeki bastırılmış acının çözülmesine değil, daha da derinleşmesine yol açar. 

Filmin başında Dani, ailesi ve bipolar kız kardeşinden haber alamaz; telefonları cevapsız kalır. Günümüz insanın kontrol araçlarından biri olan telefon, güç ve güven sembolüdür. Ancak Dani, bu araç karşısında çaresizdir. İletişimin kesildiği bu belirsizlik anlarında, sevgilisi Christian’ın ilgisizliği ve kendi sorunlarının arasında sıkışmış bir halde, arkadaşına içini döker. Ona, “Christian’ı bu dertlerimle çok mu sıkıyorum?” diye sorar. Bu soru, Dani’nin yaşadığı acıyı içselleştirip kendine yönelttiği, adeta mazoşist bir suçlamadır.

Arkadaşı ise gerçekliğe çekerek, “Sana bunları düşündüren biriyle neden devam ediyorsun?” der. Bu, Dani’nin mantık ve ilişkisel bağlar arasında sıkışıp kaldığı bir geçiş anıdır. Ancak Dani, bu sorgulamanın ardından kopmak yerine, kendini bu çıkmazın daha da derinlerine çekecek olayların içinde bulur.

Dani için görünür bir köprü ya da çıkış yoktur; izleyici olarak bizim için de yoktur. Onun içsel dünyasında bir çıkış ihtimali belki vardır, belki yoktur; ama ne biz görebildik ne de Dani hissedebildi. Kendisini çevreleyen bu dehşetengiz durumun içinde, hem o hem de biz çaresizce kalakaldık.

Melodram tam da burada başlar: Dani, ailesini trajik bir şekilde kaybetmiş; tüm varoluşunun dayanağı olan köklerinden, yani birlikte göbek bağından koptuğu, aynı karında var olduğu ikizini—kendi kırılgan, dengesiz tarafını—ve onun eliyle annesini, babasını, yani tüm aşk nesnelerini bir anda yitirmiştir. Kardeşi, modern dünyanın sınırlarına uyumsuz, değişken ruh halleriyle Dani’nin bastırdığı, kontrol altına alınmamış yanını temsil eder. Dani ise toplumun beklentilerini karşılayan, kontrollü ve iyileştirici bir rol üstlenmiştir; psikoloji yüksek lisansı yaparak başkalarını “tedavi edecek” bir “iyi” olarak var olur. Bu bağlamda, Dani ve kardeşi arasında yalnızca biyolojik değil, ruhsal bir bağ da vardır. Kardeşi, Dani’nin bastırılmış karmaşık tarafını yansıtırken, Dani toplumun uyumlu ve kabul gören yüzü olarak kalır.

Bu tarifsiz kaybın ağırlığıyla sarsılan Dani, kendini Christian’ın aslında ayrılmayı düşündüğü, kopuk bir ilişkiye sıkışmış halde bulur. Tüm bağlarından bir anda koparılmış olan Dani, bu travmatik boşluk içinde sevgilisine daha da bağımlı hale gelir. Tüm varlığını saran bu kayıp ve çaresizlikle, yaşadığımız dünyanın yalnızlığını en acımasız biçimde deneyimler. İki tarafın birbirine gerçek anlamda bağlanamadığı bu ilişkide, Dani’nin Christian’a olan bağımlılığı, bilinçli bir kopukluk içinde yeşeren, güvence arayışıyla kök salan bir ihtiyaçtır. İnsanın bu duygusal boşlukta bir yere tutunma ihtiyacı gibi, Dani de Christian’a daha sıkı sarılır.

Doğum gibi ölüm de bir kopuştur: doğumda bizi hayata bağlayan göbek kordonu kesilir; ölümde ise bir daha geri gelmeyecek bedenler, kokular ve dokunuşlar birdenbire silinir. Dani’nin yaşadığı bu büyük kopuş, yalnızca ailesini kaybetmek değil, aynı zamanda kendi içsel bağlarını ve tüm aşk nesnelerini de yitirmektir. Günümüzün yüzeysel ilişkileri, bu devasa kaybı telafi edemez. Böylece Dani’nin yaşadığı kopuş, yalnızca bireysel bir trajedi değil, günümüz insanının aidiyet ve kopukluk arasında sürüklendiği varoluşsal bir kırılma anıdır. Dani, kendini yalnızlık, kayıp ve bir yere ait olma arzusunun iç içe geçtiği bir boşlukta bulur; bu, modern dünyanın izole insanının da içinde bulunduğu çıkmazdır.

Bu kırılma, insanın yalnızlık ve aidiyet arasında bocalayarak kendini bir bağdan diğerine tutunmak zorunda hissetmesiyle yankılanır. Paradoksal bir şekilde, her iki taraf da bu ilişkiyi bitiremez. Dani için Christian, bir köprüden çok, onu varoluşuna bağlayan son dal gibidir. Melodram, yalnızca bir kişisel trajedi değil, kopmak üzere olan bağlara tutunmaya zorlanan insanın tragedyasını temsil eder.

Donmuş Yas: Arkaik Olana Doğru Bir Çağrı

Filmde zaman ilerlemiş olsa da Dani’nin boş bir duvara bakarken sergilediği donuk ifade, acısının katılaşmış halde beklediğini ve yas sürecinin donup kaldığını gözler önüne serer. Günümüz insanına sunulan yüzeysel konforlar, Dani’nin derin kaybının yarattığı boşluğu doldurmayı bırakın, bu boşluğa yaklaşmayı dahi başaramaz.

Bir parti sahnesinde Christian ve arkadaşları, İsveç’teki bir pagan festivaline gitme planlarını konuşurlar. Dani, bu planı ilk kez duyduğunda şaşırır ve eve döndüklerinde Christian’la kısa bir tartışma yaşar. Dani, tepkisini şu sözlerle dile getirir: “Ben kız arkadaşlarımla birkaç aylığına Çin’e gitmeyi planladığımı söylesem ne yapardın?” Burada Çin, paradoksal bir şekilde İsveç’in karşısına, bir kültür eleştirisi olarak konumlanır. Dani’nin bu sözleri, yalnızca ilişkilerindeki kırılganlığı değil, aynı zamanda yüzeysel bağlardan uzaklaşma ve daha derin bir aidiyet arayışını da ifade eder.

Aster’ın bu sahnede Çin ve İsveç’i sembolik karşıtlar olarak seçmesi tesadüf değildir. İsveç, bireyselliğin, rasyonalitenin ve soyut ilişkilerin merkezi olarak, Dani ile Christian’ın köksüz ve yabancılaşmış ilişkisini temsil ederken; Çin, eski kültürel gelenekleri ve geçmişle güçlü bağıyla, derin ve kalıcı bağlara duyulan özlemi sembolize eder. Ari Aster, bu iki farklı medeniyet üzerinden, günümüz bireyinin aidiyet arayışını ve yüzeysellikten kurtulma çabasını ustaca işler. 

İçerde Sıkışmış Yasın, Pastoral Coğrafyada Ortaya Çıkışı

Christian, arkadaşları Pelle, Josh ve Mark’a Dani’yi de İsveç’e davet ettiğini, fakat bunu sırf nezaketen yaptığını ve nasıl olsa gelmeyeceğini düşündüğünü söyler. Christian’ın açıklaması üzerine Mark ve Josh, bu kararsız ve çelişkili hareketi için ona ters ters bakarken, tam bu anda Dani odaya girerek herkese selam verir. Dani’nin beklenmedik gelişiyle ortamda bir gerginlik oluşur. Mark ve Josh, Christian ile konuşmak üzere odadan ayrılırken, Dani, Pelle ile yalnız kalır. Bu esnada Pelle, ona içten bir şekilde yaklaşarak, “Kaybın için çok üzgünüm. Ama bizimle gelecek olmandan mutluyum,” der.

Pelle’nin Dani’ye yasını sorduğu bu an, Dani’nin bastırmaya çalıştığı acının yüzeye çıkmasına neden olur. Bu, Dani’nin duygusal duvarlarının çatlamaya başladığının ilk işaretidir. Ancak Dani, bu acıyı dışa vurmak yerine derinlere gömer ve içsel bir sınavdan geçirir. Sahne, ani bir geçişle izleyiciyi uçağın klostrofobik tuvaletine taşır. Bu sahne, Stanley Kubrick’in The Shining filmindeki Jack Torrance’ın bastırılmış dürtülerini açığa çıkardığı tuvalet sahnelerine bir göndermedir. Bu küçük ve sıkışık alan, Dani’nin çözülmemiş yasını bir yük olarak taşıdığı ve içsel çıkışsızlığını simgelediği bir mekân haline gelir. Dani, uçağın tuvaletinde gizlice ağlar; ancak bu, onun için bir arınma ya da rahatlama sağlamaz. Aksine, içindeki acıyı daha da derinleştirir ve pastoral bir dünyaya doğru ilerlerken taşıdığı duygusal yükü ağırlaştırır.

Bu sahnenin ardından Dani ve arkadaşları, bir araba ile İsveç’in arkaik topraklarına doğru ilerler. Yol boyunca Mark, arabadan dışarı bakarak İsveçli kadınların güzelliği hakkında yorum yapar ve “Neden buradaki bütün kadınlar bu kadar güzel?” diye sorar. Bu yüzeysel bakışa Josh, logosun ve Apollonik rasyonalitenin bir temsilcisi olarak bilgiççe bir yanıt verir: “Vikingler, egzogami yoluyla dünyadaki bütün güzel kadınları buraya getirip onlardan çoğaldılar.” Josh’un bu açıklaması, bir yandan kültürel olarak dışarıya açılmayı, diğer yandan barbarca bir güzellik arzusunu ve logosun doğa üzerindeki üstünlük isteğini yansıtır. Güneşin hiç batmadığı, gündüzlerin kesintisiz yaşandığı Midsommar dönümünde, gençleri Pelle’nin kuzeni İngemar karşılar. İngemar, onlara köyün ritüellerinin bir parçası olarak psikedelik bir madde ikram eder. Dani, mantar infüzyonunu içerek bu deneyime katılır ve pastoral dünyayla ilk bağını kurar. Bu sahne, Dani’nin algısında bir dönüşümü başlatırken, yas sürecine dair güçlü semboller de sunar. Mantarın etkisiyle Dani’nin bilinci değişir; dağların içinde aynada kardeşini görmesi ve rüyasında televizyon izleyen anne babası ile kardeşine tanıklık etmesi, onun bilinçdışında vedalaşma sürecini tetikler. Dani, gerçek hayatta tamamlayamadığı vedayı, halüsinasyonlar ve rüyalar aracılığıyla gerçekleştiriyor gibi görünür. Bu süreç, kaybına ve yasına daha önce hiç temas etmeyen Dani için, bu duygularla nihayet yüzleşme ve bir tür “iyileşme” olarak da yorumlanabilir.

Harga’ya giren gençler, parlak bir doğanın ortasında, bembeyaz kıyafetler giymiş köylüler tarafından karşılanır. Köylülerin sıcak karşılaması, Dani’nin dönüşümüne kucak açan bir ritüelin başlangıcını simgeler gibidir. Doğa ve köyün ritüelleriyle bütünleşmeye başlayan Dani, bu yeni topluluk içinde kendi acılarına anlam bulmaya başlayacak gibidir. 

Ättestupa Ritüeli, İlk Kurbanlar ve Dani’nin Dönüşümü

Ättestupa ritüeli, Harga topluluğunun döngüsel yaşam anlayışını ve bireyin toplum için nasıl bir anlam taşıdığını en açık şekilde gösteren anlardan biridir. Bu ritüel, deneyimini tamamlamış Hårga üyelerinin, topluluğun yükünü taşımamak adına kendi arzularıyla hayatlarına son verdikleri bir toplumsal fedakarlık eylemi olarak sunulur. Topluluğun anaerkil lideri ve yüksek rahibesi Siv’e göre, Ättestupa, bir yaşam kutlamasıdır. Ancak, ritüelin kendisiyle bu açıklama arasında büyük bir duygusal kopukluk vardır.

Hårga’da her şey döngüsel bir düzenle işler: İnsanlar 36 yaşına kadar komün tarafından yetiştirilir, bireyselliğe ve evliliğe izin verilmez. 36-54 yaş arasında topluluğa hizmet ederler, 54-72 yaş ise bilgelik dönemidir ve deneyimlerini aktararak topluluğa rehberlik ederler. Ancak bu döngü, 72 yaşında kişinin topluluğun yükü olmaması adına yaşamına son vermesiyle tamamlanır. Ättestupa, bireysel yaşamın sona erdiği, ancak yeni bir hayatın doğumuyla döngünün devam ettiği bir düzenin parçası olarak kabul edilir. Yeni doğan bebeklere isimler verilmesi ve bu ölümlerin yeniden doğuşun simgesi olarak kutlanması, topluluğun ölümle olan ilişkisindeki pragmatizmi açıkça ortaya koyar.

Ancak, Siv’in bu ritüelin “neşeli bir eylem” olduğunu iddia etmesine rağmen, sahnenin kendisi neşeden çok ağır ve kasvetli bir atmosfer taşır. Ritüel boyunca, katılımcılar ve tanıklar sessizdir; konuşma, şenlik veya teselli yoktur. Yemek sırasında Äldeste Ylva ve Äldre Arbetare, ağır bir sessizlik içinde başköşede oturur, yüzlerinde hiçbir duygu belirtisi yoktur. Siv’in “kutlama” söylemiyle çelişen bu kasvetli atmosfer, bu bireylerin ne kadar gönüllü olduklarını veya topluluğun bu ritüele dair ne kadar içten bir “kabul” hissettiğini sorgulatır. Topluluk içinde bile ölümün bu şekilde kabullenilmesinin ne denli “doğal” olduğu belirsizdir.

Ättestupa sırasında, Dani’nin yaşlıların uçurumdan atlayışını izlemesi, onun için bir ilk şok anıdır. Bu sahne, Dani’nin aile trajedisini, özellikle kardeşinin intiharını ve ailesinin ölümünü hatırlamasına neden olur. Yaşlıların parçalanmış bedenlerini gördüğünde, hortuma bağlı kardeşini zihninde yeniden canlanır. Bu an, bir yandan Dani için travmatik olsa da, öte yandan bir katarsis yaratır. Dani’nin bilinçdışında bastırdığı acı, ritüelin dehşetiyle yüzeye çıkar ve bu süreç, onun kendi yasını kabullenmesi için bir alan açar. Tıpkı Hårga’da döngüsünü tamamlayan yaşlılar gibi, anne ve babası da kendi döngülerini tamamlamıştı.

İngiliz Çiftin Tepkisi ve İlk Kurbanlar

Ritüel sırasında, İngemar’ın konukları olan İngiliz çift Simon ve Connie, bu gelenek karşısında derin bir dehşete kapılır ve ritüeli sorgular. Simon, ritüeli açıkça eleştirir ve Connie ile birlikte topluluktan ayrılmayı planlar. Ancak bu davranış, topluluğun kurallarına tehdit olarak algılanır ve çift, ritüel çerçevesinde “ilk kurbanlar” olarak seçilir.

Simon ve Connie’nin kaderi, Hårga’nın “uyum” ilkesine ters düşenleri cezalandırma biçimini açıkça ortaya koyar. Topluluk içindeki bireyler tarafından gerçekleştirilen bu öldürme eylemi, Hårga’nın içsel öfkesini dış dünyadaki kişilere yönlendirdiği bir tür rahatlama aracı olarak yorumlanabilir. Aynı zamanda bu eylem, topluluğun üyeleri arasında ortak bir suçluluk duygusu yaratarak bağları güçlendirir ve bireylerin topluluktan kopmasını daha da zorlaştıran bir etki yaratır.

Siv’in Söylemi ve Hårga’nın Çelişkileri

Siv’in Ättestupa’yı “kutlama” olarak adlandırması ve bu ritüelin topluluğun inanç sistemine derinlemesine işlemiş bir uygulama olduğunu vurgulaması, topluluğun yaşam ve ölümle olan ilişkisindeki farklı perspektifleri anlamamıza yardımcı olur. Ancak bu açıklamalar, ritüelin icrası sırasında hissedilen kasvetli atmosferle çelişir. Yemek sırasında yaşlıların sessizliği, gergin yüz ifadeleri ve genel duygusuzluk, topluluğun empatiden uzaklaşmış bir yüzünü gösterir. Bu durum, Siv’in neşeli açıklamalarının, bireysel gerçekliği ne ölçüde yansıttığını sorgulamamıza neden olur.

Hårga, bireyler arasındaki duygusal bağların güçlü olduğu bir topluluk olarak görünse de, Ättestupa sahnesi, bireysel hislerin ne ölçüde bastırıldığını ve kolektif ritüellerin bireyselliğe yer bırakmadığını ortaya koyar. Topluluk, ölümün kaçınılmazlığını ve bu sürecin gönüllü olduğunu savunsa da, bu gönüllülüğün arkasında yaşamdan vazgeçmenin ağırlığı ve belki de bireylerin içsel çatışmaları saklıdır.

Dani’nin Katarsisi

Ättestupa ritüeli, Dani için yalnızca dehşet verici bir deneyim değil, aynı zamanda kendi geçmiş travmalarını ve kayıplarını yeniden anlamlandırma sürecinin başlangıcıdır. Ritüelin kolektif doğası, Dani’nin bireysel acısını topluluğun bir parçası olarak hissetmesine olanak tanır. Dani, topluluğun ölüm ve yaşam döngüsü konusundaki pragmatizmini kabullenmeye başlar. Bu süreç, onun kayıplarıyla yüzleşmesine ve bu acıyı kabullenmesine yardımcı olur. Dani’nin bu ritüel aracılığıyla yaşadığı katarsis, onun dönüşüm sürecinde önemli bir dönüm noktasıdır.

Ättestupa sahnesi, yalnızca Hårga topluluğunun inançlarını değil, aynı zamanda birey ile topluluk arasındaki gerilimleri, ölümle olan ilişkiyi ve bu ritüelin birey üzerindeki psikolojik etkilerini de gözler önüne serer. Dani’nin travmatik geçmişini ve topluluğun sert kurallarını bir araya getiren bu sahne, filmin derinlikli anlatısının güçlü örneklerinden biridir.

Kolektif Acı ve Dani’nin Yeniden Doğuşu

Dani’nin travmaları, Harga’daki pagan ritüelleri aracılığıyla bireysellikten çıkarak kolektif bir deneyime dönüşür. Christian’ın Maja ile ritüel bir birleşmeye girdiğini gördüğü an, Dani’nin içsel çöküşü doruk noktasına ulaşır. Bu sahnede Dani, acısı içinde kıvranırken, komünün diğer kadınları onunla birlikte ağlar. Kadınların Dani’nin acısını paylaşması, bu ritüelin yalnızca bireysel değil, kolektif bir arınma süreci sunduğunu gösterir. Pagan topluluğun empatiye dayalı bu yaklaşımı, Dani’nin bastırdığı duygularını yüzeye çıkarmasına ve geçmişindeki travmalarıyla yüzleşmesine olanak tanır. Bu ritüel, Dani’nin acısını paylaşarak hafiflettiği bir an olur.

Ancak, ritüelin bu kolektif doğası bile arka plandaki karanlığı gizleyemez. Connie’nin şişmiş ölü bedeninin gösterildiği sahne, topluluğun görünürdeki uyumunun ardında yatan vahşeti gözler önüne serer. Connie’nin cansız bedeni, ritüellerin öne sürdüğü iyilik ve kolektif şifa temasının yanında, Hårga’nın acımasız kurallarını temsil eder. Bu sahne, Dani’nin yeniden doğuşunu yalnızca bir özgürleşme değil, aynı zamanda korkutucu bir teslimiyet olarak sunar.

Ensest ve Kutsallık Paradoksu

Hårga’nın kutsal kitabını yazan kişi, nesiller boyu devam eden ensest ilişkilerden doğmuştur. Topluluk, bu bireyi tanrısal bir bağ olarak kutsarken, aynı zamanda ensesti tabu olarak kabul eder. Bu paradoks, Hårga’nın geleneklerinin hem kutsal hem de sapkınlıkla dolu olduğunu gösterir. Ritüeller ve geleneklerin bu karmaşık doğası, topluluğun döngüsel yaşam anlayışındaki derin çelişkileri açığa çıkarır.

Christian’ın köyde Maja ile ritüel bir birleşme yaşaması, Hårga’nın devamlılığı için dışarıdan gelen bireyleri kullanma pratiğini gözler önüne serer. Josh’un kutsal kitabı fotoğraflamaya çalışırken öldürülmesi ise, topluluğun kutsallık anlayışına karşı herhangi bir saygısızlığı veya tehditi tolere etmediğini açıkça ortaya koyar. Bu durum, topluluğun görünürdeki uyumlu ve kutsal yaşamının ardındaki katı ve acımasız kuralları gösterir.

Dani’nin Mayıs Kraliçesi Olarak Yeniden Doğuşu

Dani’nin Mayıs Kraliçesi seçilmesi, onun bu pagan topluluğun bir parçası haline geldiğini simgeler. Pelle’nin çizimlerinde de önceden işaret edildiği gibi, Dani’nin bu toplulukta yeniden doğacağı açıktır. Dani, Mayıs Kraliçesi olarak çiçeklerle çevrili bir tahtta otururken, geçmişiyle olan tüm bağlarını koparır. Bu noktada, modern dünyanın protez yüzeyinden tamamen uzaklaşmış ve topluluğun kaotik doğasına teslim olmuştur.

Son kurban olarak Christian’ı seçmesi, Dani’nin özgürleşme sürecindeki en radikal karardır. Christian’a ayı postu giydirilmesi, ayının mitolojide kötülüğü ve aldatmayı simgelemesiyle bağlantılıdır. Christian, Dani’ye olan duygusal soğukluğunun ve ihanetinin bedelini böylece öder. Ateş tapınağında kurban edilenler arasında yer alan Christian, Dani’nin eski yaşamını geride bırakmasına hizmet eder. Dani’nin finaldeki sadistik gülüşü ise, onun içsel dönüşümünün tamamlandığını ve modern dünyadan koparak bu toplulukta yeni bir kimlik kazandığını simgeler.


Modernite ve Arkaik Ritüellerin Çatışması

Midsommar, modernitenin bireyi yalnızlaştırdığı, izole ettiği ve travma ile başa çıkma yöntemlerinin arkaik ritüellerle nasıl çatıştığını gözler önüne serer. Bireyselliğin yüceltildiği ve patriyarkanın hüküm sürdüğü modern dünyada, yasın ve duygusal yüzleşmenin kendisine yer yoktur. Ancak Ari Aster’in hikâyesini yılın en uzun gündüz dönümünde, yani Midsommar sırasında anlatması, ataerkinin egemenliğinin yavaş yavaş sona ereceğine dair bir işaret olarak da yorumlanabilir. Dani’nin yeniden doğuşu, bu pagan topluluğun ritüelleri aracılığıyla gerçekleşir. Modern dünyanın soyut ve yüzeysel ilişkilerinden sıyrılan Dani, arkaik bir geçmişle bağ kurar. Güneşin hiç batmadığı bu köyde her şey görünür, ancak karanlık daima bu ışığın altına gizlenmiştir.

Amerika’dan İsveç’in pagan komününe yapılan yolculuk, modern bireylerin akıl ve mantık temsilinden uzaklaşarak mitolojik bir doğada kayboluşunu anlatır. Apollonik düzen takıntısıyla gerçeği göremeyen bu karakterler, Hårga’nın katı kuralları tarafından cezalandırılır. Her biri, kendi hırslarının ve eksikliklerinin bir yansıması olan sonlarla karşılaşır. Christian, ayı postu içinde sembolik bir şekilde yok edilirken, Mark palyaço maskesi takılmış ve samanla doldurulmuş bir halde içsel boşluğunu temsil eder. Dani ise, bu pagan topluluğun Ana Tanrıçası olarak yeniden doğar. Güneşin altında her şey görünür, ancak bu parlaklığın içinde gizlenen karanlık, bu dünyanın gerçek doğasını açığa vurur.

Dani’nin Harga’ya yaptığı yolculuk yalnızca fiziksel bir seyahat değil, aynı zamanda bastırılmış yasını ve derin acılarını yüzeye çıkaran bir regresyon sürecidir. Bu yolculuk, logostan mitosa, yani rasyonel dünyanın düzeninden bilinçdışının kaotik ve mitik dünyasına doğru bir dönüşümü sembolize eder. Bu içsel ve dışsal yolculuk, Dani’yi ilkel ve arkaik bir gerçekliğe doğru sürüklerken, aynı zamanda ona yeni bir kimlik verir. Filmin sonunda Dani’nin yüzündeki sadistik gülüş, büyük bir kırılmanın ardından gelen yeniden doğuşun hem rahatsız edici hem de kaçınılmaz bir ifadesi olarak bize bakar.

Hilal Karakayiş

Uzman Klinik Psikolog/Psikoterapist

Hilal Karakayiş

Previous
Previous

Next
Next

Chunking Express Film Analizi